ÇOCUK ÜNİVERSİTESİ -2
ÇOCUK ÜNİVERSİTESİ -2
 Çocukken bazı arkadaşlarım da simit satardı harçlık kazanmak için…  Dükkânlarımız olmasına rağmen özenirdim işte, meraklıydım hemen her işe,  uğraşa… Simit satmak için dedemiz Yunus misali dosdoğru bir dal  parçası, sopa aradım /buldum, sanırım söğüt ağacından… Kabuklarını  ısladım, soydum, kalanlarıbıçak ile yonttum, yıkadım tertemiz olmuştu ve  ertesi gün satış için hazırdı…
  
 Simit sopam baston vb. kuru düz olsa daha iyiydi… Lakin eldeki imkanlar buydu ve her şeyden önemlisi emek/uğraş vermiştim…
  
 Heyecanlıydım, uyku tuttu mu tutmadımı inanın hatırlamıyorum… Lakin  kargalar dahi kahvaltısını yapmadan kalkıp simit satmak için sıraya  girdiğimi net hatırlıyorum… T.C Ziraat Bankası yanında ki gara/taş  fırından aldım simitleri… Geriye sadece satmak kalıyordu ki işin en  kolayı da oydu!
  
 ÇOCUKKEN ÖĞRETMİŞLER…
  
 Yeri gelmişken;
  
 Şimdilerde kişisel gelişim derslerinde bazı iş insanlarına, ticaret  erbaplarına hatta siyasete hazırlananlara bile kabuklarını kırmaları ve  dışa dönük olmaları (eksik kaldıkları ve geliştirmesi gereken yerler  için) verilen bazı eğitimler çocukken bizlere verilirmiş… Bizler  yaşayarak almışız bu eğitimleri en doğalından… Ki bunu da çok sonra  anladım!
  
 Bunu neden yazdım! Çünkü simit satmak için bağırmak, reklam yapmak  gerekiyordu ki o dönemki biz çocuklar için ‘Çocuk oyuncağı idi’ bu  durum… Kuyumcu çırağının bağırmasına gerek yoktu tabi! O ayrı, o  bağırmazdı!
  
 Elhamdülillah, nelerin satılıp satılamayacağını, helal-haram ilişkisini,  terazi, kantar hilesinin günah, haşa vatan satmanın ne kadar kötü  olduğu, vatan sevgisini, hainleri vb. ayrıntıları bize taa çocukken  öğretmişti büyüklerimiz ve toplum bizlere… Allah c onlardan razı olsun…
  
 SİMİT SOPASI KADAR BOYLARIMIZ VARDI!
  
 Hemen her arkadaşımın simit sopası kadar boyları vardı…
  
 Ona rağmen somurtanı hiç görmedim… Aksine heyecan yüklüydü hepsi… Bende  gocaman değildim hani, ince uzun, sarı, guru, çilli, çelimsiz dal gibi  bir şeydim işte… Kabul ediyorum birazda hareketliymişim J
  
 Şimdilerde olsaydık var ya, hepimiz kliniği boylardık… İlk-orta okulda  ki rehberler ‘Bu çocuk hiperaktif, ilaç kullanması lazım’ diye direkt  doktora yönlendirilirdik topyekûn hafazanallah, iyi ki o yıllarda  çocukmuştuk… Et, yağ, göbüş ne gezer, o yıllarda ki çocuklarda…
  
 Şimdilerdeobez diye tarif edilen çocuklardan o yıllarda yok desem yalan  olmaz, çünkü sokaklarda büyüdük biz, bilgisayar, cep telefonu, tablet  hapishanelerine düşmedik biz! Elhamdülillah…
  
 TOK EVİN AÇ BEBEKLERİ!
  
 ‘Tok evin aç bebekleri’ sözünü de hiç unutmam… Çocukken çok duydum  annemden ve çevreden… Duyduk hepimiz… Hemen her eve et, süt, yoğurt,  ağız, gaymak, goyurtmak girerdi hemen her çeşidinden… Alınıp satılan  şeyler değildi bu nimetler! Her hanede koyun, inek olması da gerekmezdi,  olan olmayana bir tabak ta olsa tatması için verirdi…
  
 Komşu hakkı gözetilirdi… Yine de et/but tutmazdı çocuklar, tutmadı da  zaten, o hareketliliğe et, süt de dayanamazdı!Şimdi adları bile unutuldu  ağız’ın, goyurtmağın, hele ki komşu hakkının… Hakkı erkek ismi  biliniyor bu yıllarda…
  
 Analarımız bize boşuna demezlermiş ‘Oturogo gali, yorulmak bilmezler, et  mi tutar bunlar’ diye… Lakin o çelimsizler öyle işler yapmış,  heybelerine öyle güzel şeyler koymuşlar ki parasal değeri yok inanın,  olsa da o tadı alanlardan satın alamazdınız o güzellikleri… Bunu nereden  mi biliyorum? Çocukluk döneminde ki çevremden hadi birazcık ta  kendimden diyeyim…
  
 Sokaklarda ki belki de son nesillerdenmişiz biz! Bunu da çok sonra anladık, acı da olsa!
  
 İlla şu sözü mü söyleyelim! ‘Yakışmıyor eski sokaklara yeni çocuklar, illa biz mi çıkalım’
  
 SİMİİİİİİİİİTÇİİİİİİ, SİMİİİİİİİİDİİİYEEEEE…
  
 Yarım kalmasın satalım artık simitleri…
  
 Başladık bağırmaya tabi! ‘Simiiiiiitçiiiii’ ‘Simiiiiidiiiiyeeee’ vb.  nakaratlar ile dolar, çocuk sesleriyle taşardı cadde ve sokaklar… Pek  tabi çocuk sesleri hep baskındı ve kimse rahatsız da olmazdı…
  
 Çıktık satmaya diğer arkadaşlar gibi… Heyecanlıydım, çünkü özeniyor  merak ediyordum… Hani tatlı bir utangaçlık vardır ya (çarşı-pazarda  ticaret yapanlar beni anlayacaktır) Biz onları zaten çoktan aşmıştık,  çünkü çoktan, çocukluktan başlamıştık ticarete… Yüzümüz kızarırdı elbet,  lakin bu renk tonu soğuktan veyahut tatlı bir ayazdandı…
  
 VATANIN MAYASI O İNSANLAR…
  
 Kıraathane, kahve ve çay ocakları en güzel müşteri odaklarıydı… Ayakkabı  boyacısı arkadaşlarımıza ilk giden satardı simidi… Karşılığında  ayakkabı boyatacağız desek te nafile bizim ‘gara lastiklerimiz veyahut  ediklerimiz’ vardı ayakkabı iskarpin hak getire! Mutluyduk biz  halimizden… Büyüyünce giyersiniz bile denmesini duymadık, beklemedik  de… 
  
 Kahve önünde oturan baba dostu, hısım akrabalar ‘Üssün, Ameet, Memeet,  İbraaaam vb. getir bakamleen’ diye isimlerimizi ünnerdi… Koşarak gider,  satardık simidi böyüklerimize...  Bir eliyle parasını verirken sevgiyle  diğeriyle başımızı okşar, ‘aferin len’ derlerdi… Bizlerde çoğunun  ellerini öperdik saygıdan… Bize böyle öğretilmişti, iyi ki!
  
 Şimdilerde sokakta çocuk bulamazsınız başını okşayacak, bulsanız da  başını okşamaya çekinir insan! Çocuklarda kaçar zaten… Sahi biz ne ara  bu hale geldik?
  
 Ellerinde simit olmasına rağmen tekrar neden simit aldıklarını çooook  sonradan anladık! O bile bir eğitimmiş topluma verilen… Belki de  cebindeki son kuruşu simit alarak bizlere ne büyük dersler /eğitimler  vermişler… Ne yüce gönüllü insanlar varmış meğer… Ve o insanlar bu  vatanın mayasıymış ve halen mayası inanın…
  
 İLK SİMİT TİCARET GİRİŞİMİMİZ KESKİN BİR BAKIŞLA SONA ERMİŞTİ!
  
    Sebze, meyve, kil, kireç satmaya benzemiyordu ve öğleye kadar  heyecanla satmıştım simitlerin çoğunu… Ta ki canım babam görene dek…  Orta yollu bir tokat ve sonrasında yay gibi kaşları ile tokattan daha  sert bakış attı! ‘doğğru dükkâna, senin işin yok mu?’ diyerek azar işittiğimi hiç unutmam… Çünkü benim dükkanda eğitime devam  etmem gerekiyordu… Olsun, o tokat değil de kalan simitleri satamamak  içimde kalmıştı… Onları da arkadaşlarla yemiştik…
  
 Keşke babam erken göçmeseydi de bu eğitimlere, sert bakışlara uzun yıllar maruz kalsaydım derim hep iç çekerek!
  
 Anladım ki çok ama çok çabuk büyüyor insan babası öldüğünde… Babası  göçenler beni anlayacaktır… Hayat en ince ayrıntısına kadar anlatıyor,  anlıyorsunuz, başka çaresi de yok zaten! O da başka bir eğitim ve tabi  ki takdiri ilahi!
  
 Hani diyor ya AzîzMahmûdHüdâyîKaddesallahuSırrahu'l-Âlî ‘NUTK-İ ŞERÎF’inde…
  
 Alan sensin veren sensin kılan sen
 Ne verdinse odur dahi nemiz var
 Hakîkatüzre anlayıp bilen sen
 Ne verdinse odur dahi nemiz var.
  
 Ves’selam
 DEVAM EDECEK…
 
 
					


 
			