ÇOCUK ÜNİVERSİTESİ – 4 (DEPREM)
ÇOCUK ÜNİVERSİTESİ – 4 (DEPREM)
 
 Lise çağındasınız, babanız ölmüş… Babalar ölür mü hiç? Ölmez, ölemez, ölmemeli…
  
 Gözümüzün önünde eriyen dağ gibi adamdı benim babam… Hepimiz yanı  başındaydık elhamdülillah, son nefesiymiş… Bilemedik ki, nereden  bilecektik son nefesi olduğunu…
  
 Babalarda ölürmüş!
  
 Hani diyor ya Cemal Süreya şiirinde;
  
 Sizin hiç babanız öldü mü?
 Benim bir kere öldü kör oldum
 Yıkadılar aldılar götürdüler
 Babamdan ummazdım bunu kör oldum…
  
 …/…
  
 Baştan ifade edelim, bu şiirin hikâyesi gerçekten çok farklı ve acı…  Cemal Süreyabu satırları yazdıktan tam dört sene sonra babası ölüyor  şairin…
  
 Diyeceksiniz ki bu nasıl olur! Yıllar önce ilk okuduğumda bende çok şaşırmış, araştırmıştım…  
  
 Nadiren de olsa babayı içinde öldürme modern edebiyatın konusu derler… Oraya girmeyeceğim, sanırım bu durumda böyle…
  
 Hikâyesi ise hayli ilginç…
 Cemal Süreya; aşık olduğu kızla evlenmesine izin vermedi diye bir şiirle öldürüyor babasını içinde…
  
 ‘Sizin hiç babanız öldü mü? Diye soruyor ve hemen ardından ‘Benim bir  kere öldü, kör oldum’ diye cevap veriyor… Elbette ki hikâyenin devamı  var, lakin biz girmeyelim…
  
 İfade ettiğimiz gibi bu şiiri yazdıktan dört sene sonra babası öldü şairin…
  
 BABASIZLIK ŞİİRİ…
  
 Bizim ise gönlümüze babasızlık şiiri gerçekten ta o gün yazılmıştı… 28 Ağustos 95…
  
 Kaç yaşında olursa olsun her zaman ana ve baba şefkatine ihtiyaç duyuyor  insan, onu anladım… Bir evladın yaşamında ana ve babasının önemi tarif  edilemez…
  
 Çok şeydir ana ve baba… Bir sokak için lamba neyse hayatımız için de  onlar öyledir… Bir kuş için kanat neyse ana-baba evlatların bir  kanadıdır adeta… Bu ışıklar sönmeden, bu kanatlarımız kırılmadan biz  kıymetlerini bilelim…
  
 Çocuk, genç, yaşlı hangi yaşta olursanız olun ‘Babasız kalmak, savaşın  ortasında komutansız kalmaktır’ bir nevi… Yaşayanlar bilir… O yüzden  ayakta kalmalısınız… Sırt sırta vermeli mücadele etmelisiniz geride  kalanlarla… Anne, kardeşler, hısım akrabalar ile hayata tutunmalısınız…  Şükür öyle yaptık bizlerde… 
  
 ÜNİVERSİTE HAYALİ İLE YANDIK, TUTUŞTUK…
  
 Üniversite hayalim baki idi hep… O ateş hiç sönmemiş aksine daha da alev  almıştı… Dershane imkânımız da yoktu, hafta arası çalışmak zorundaydım…  Hafta sonu da MalıçBazarı (Cumartesi günü) idi… En curcunalı, en fazla  adama ihtiyaç duyulan gün… O yüzden sınav dergileri neyimize yetmezdi…  Yetti de!
  
 Bir arkadaşım final, diğerimiz sınav dergisine abone olduk, sağdan  soldan sınav /test sorular çözdük ve hayalimize ulaştık elhamdülillah…
  
 Hem çalışıp hem de sınav hazırlığı farklı bir deneyimdi /güzeldi… (detayları kitaba bırakalım)
  
 ÜNİVERSİTE İÇİN TEK İL TERCİHİM BALIKESİR’Dİ…
  
 Ne puan alırsam alayım tek il tercihim vardı… Balıkesir…
 Birçok nedeni var tabi, en güçlü neden imkânsızlıklar… Yegâne nedeni ise  Mehmet ağabeyin ve Zümrüt ablamın orada yaşıyor olmasıydı… Onlardan  Allah cc razı olsun…
  
 Üniversiteyi kazanmak yetmiyor, imkânlar dâhilinde çalışmak ta  gerekiyordu… Çay ocağı Eskişehir Malıç’ta, Üniversite Balıkesir’de…  (Örgün eğitim, devam zorunluluğu da var açıktan filan da değil) nasıl  yani demeyin! Okumak isteyen için pekâlâ olur /oluyor… Yeter ki isteyin…
  
 Mehmet ağabey de o yıllarda ek gelir için zeytin, süs eşyaları vb işlere  el atmıştı… Bu vesileyle her Cuma akşamı Karesi Ekspres ile Malıca  gider Pazar sabahı geri dönerdi… Bizlerde Cumartesi çalışmak için eşlik  ederdik çoğu zaman…
  
 HEM OKUYUP HEM PARA KAZANMAK GÜZELDİ…
  
 Balıkesir’de kaldığımız zamanla üniversitede de ders notları, cilt  işleri, kitapçıklar, fotokopi vb. öğrenci arkadaşlarımızın işini  kolaylaştırmaya başlamıştım... Çocuklukta ki esnaflık ciddi etkendi  tabi… Bundan mütevellit hem okuyup hem de helal para kazanmaya  başlamıştım…
  
 Yaptığım işler kolaydı! Sınav öncelerin ders notlarını topluyor,  hocalarımızdan destek alıyor, siparişleri derliyor, fotokopi, cilt,  kitapçık vb. çoğaltıp bölüm arkadaşlarıma satıyordum… Zamanla işlerim  diğer bölümlere de sıçramıştı…
  
 Bu işlerden cüzi de olsa para kazanmak güzeldi…
  
 Bahsettiğim yıllar 90’ların son çeyreği… Yani şimdiki pencereden baktığımızda belki de bunların iş bile görünmediği yıllardayız…
  
 Sonra iş büyüdü ve kırtasiye açmaya /esnaflığa kadar gitti Balıkesir’de ki bu apayrı yazı konusu…
  
 DEPREM - ZİHNİYET DEĞİŞMEDEN HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEZ!
  
 Yine o yıllarda Üniversitede bir spor müsabakası için tişört baskı işini  bana vermişlerdi… Hiç unutmam bir reklamcıya gitmiştik… Laf lafı  kovaladı ve bir köşede yakaladı…
  
 17 Ağustos ve Düzce depremi sonrasıydı… Reklamcı bize tişört ve baskı  konusunda ciddi yardımcı oldu… Bununla da kalmadı özellikle deprem  konusunda kulağımıza küpe olacak birkaç kelam da etti Allah razı olsun… 
  
 ‘Bakın arkadaşlar, bu iş bir zihniyet meselesidir, zihniyeti  değiştirmeden bu memlekette hiçbir şeyi değiştirmezsiniz’ mealinde  şeyler söyledi hiç unutmam…
  
 DEPREM, TÜRKİYE’NİN TARTIŞILMAZ GERÇEĞİ…
  
 Ve maalesef çok acı şekilde tekrar hatırlattı kendini!
  
 Yıllarca hemen her yerde kentsel dönüşümün bir şekilderantsal dönüşüme  de uğrayacağını konuşur durur insanlık! Üstelik şu parti bu parti  demeden…
  
 Öte yandan kat malikleri ilemüteahhit/yüklenicilerin anlaşamadığından dem vurur dururuz…
  
 Dünyanın başkenti İstanbul başta olmak üzere riskli illerde önlemlerin  alınamadığı hep deprem sonrası konuşulduğunu duyarız… Kaldı ki  yaşadığımız ilde bile lütfen dikkat edin yerel yöneticiler apar-topar  depremle alakalı önlem paketler açıklaya yetişemiyorlar sanki yeni  gelmişler gibi… Apar topar merkezde 1500 nüfuslu bir ilçeye 5 kat imarı  verilir gık çıkmaz! Üstelik bu hizmetten sayılır! Batsın sizin  hizmetiniz! Bu bile işin özeti! Üstelik bu her yerde böyle… Ne acı değil mi?
  
 ‘2019 yılında ki bir haberde İstanbul’da yaşayan H.F.Akyüz ‘Binalarında  sarsıntılardan sonra hasarın arttığını, binayı sağlam göstermek için  bizim boşalttığımız evlerden birinin kapısına duvar ördüklerini, binaya  hala kiralık ilanı asanların olduğunu’ ifade ediyor… Vb. haberler  dinleriz bıkmadan usanmadan…
  
 Bunun adına çaresizlik mi?
 Sorumsuzluk mu?
 Adı her ne bilmem, lakin fotoğraf bu...
 Ve maalesef sadece İstanbul ile sınırlı da değil…
  
 DEPREM ZİHNİYETLERİ YIKMALI, BİNALARI DEĞİL!
  
 Aradan geçen yıllar o reklamcı ile fikir tartışması yaşadığımız o günü  hatırlattı… Biz belki de o noktaya geldik, çünkü oda öncesinden  tecrübeliydi ve bize geçmişi yoğurup gelecek öngörüsünü anlatmıştı, biz o  gün anlamamıştık bugün anladığımız gibi!
  
 Depremde zihniyetimiz kalmalıydı toprak altında… Kaldı da! Bunun yanında on binler can verdi, deprem şehidi oldu!
  
 Yerel geneli suçluyor sanki hiç sorumluluğu yokmuş gibi, genelde yerele  yükleniyor işinizi yapmıyorsunuz diye… Bu durumdan bile siyaset umar  haldeyiz, yazık!
  
 SORUMLUSU KİM?
  
 Deprem sonrası herkes sorumlu arıyor…
 Suçlu, çürük binaları yapan müteahhitler mi?
 Yoksa imzayı atan mimar ve mühendisler mi?
 Yoksa orayı burayı iskâna açan belediyeler mi?
 Belediyelere sorsanız rantı geçer imar affı çıkaran siyasetçilere yükler tüm kabahati!
  
 Allah cc aşkına kimse mevcut kanun ve yönetmelikleri okumuyor mu?
 Okuyup uygulamıyor mu?
 Yırtılan Hacı Bekir’in yakası oluyor hep!
 Olan vatandaşa oluyor!
 Vallahi billahi şu soruma cevap arıyorum…
 Depremin bir felaket haline gelmesinin asıl sorumlusu kim ya hu! Kim bu sorum(suz) gerçekten?
 Siz söylemeden ben cevap vereyim…
 Biz, hepimiz.
  
 Ves’selam…
 
					



 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			