1956 yılında İngiltere’deyiz. Sonradan çok ünlü bir şair ve yazar olarak 20. yüzyıla damgasını vuracak olan Amerikalı Sylvia Plath, 20’li yaşlarında, babasını kaybetmiş ve üzerinden bir intihar denemesi geçmiş bir halde, Cambridge’te burslu olarak okumaktadır. Burada tanıştığı Ted Hughes’le aralarındaki tinsel olduğu kadar fiziksel de olan çekime sadece bir kaç ay dayanabilir ve evlenirler. Sylvia, ileride İngiltere’nin en saygıdeğer edebiyatçıları arasına girecek olan Ted ile birlikte, öğretmenlik yapacağı Amerika’ya döner.
Ted’in işleri basıldıkça sadece edebi çevrelerin değil kadınların da ilgisi üzerine çevrilir. Bunlar, kendi yaratıcılığını sorgulayan Sylvia için fazladır ve çift birlikte İngiltere’ye dönerek, çocuk yaparlar. Böylelikle ilişkilerini tazeleyeceklerini düşünseler de Ted’in zaman içinde devleşen başarısı, Sylvia’yı gölgeleyecek ve içinde fırtınalar kopmasına yol açacaktır. Bu fırtınalar elbette Sylvia’nın yaratıcılığını besleyecek, onu yıldızlaştırırken, ölüm düşüncesiyle de iyice yakınlaşmasına sebep olacaktır. Böylelikle belki de geçtiğimiz yüzyılın en yaratıcı, dokunaklı ve trajik figürlerinden biri olarak yıldızlaşacaktır.
Yeni Zelandalı Christine Jeffs’in ilk uzun metrajı olan Sylvia, sadece İngiliz dilinin en önemli isimlerinden ikisinin yaşamının önemli bir dönemine bir pencere açmakla kalmıyor; Gwyneth Paltrow ve Daniel Craig’in yıldızlaşan oyunculuklarıyla da eleştirmenlerin takdirini kazanıyor.